Veda
Birine, bir yere bağlandığınız zaman ondan hiç ayrılmak
istemez insan. Her anında, her saniyesinde o olsun ister. Bazen o kadar
bağlanır ki bir hata yaparsam kaybedersem diye düşünmeden edemez. Bir o kadar
da insan olmanın verdiği vurdumduymazlık vardır üzerinde. Kaybettiği zaman
anlar kıymeti...
Vedalar ayrılıklar
hep zordur. Aniden gelişir. Mecbursundur. Gitmek istemezsin ama başka da çaren
yoktur. Yorucudur orada kalıp mücadele etmek. Ama orada yaşamak için verdiğin
emeğe, harcadığın zamana, yorulmana değmiyor oluşuna katlanamıyorsundur. En çok
da unutmak için gidersin. Bir yanın buruk olur. Geri dönmek geçer belki aklının
ucundan ama yapamazsın. Kendine yediremezsin.
İşte ben de böyle gidiyorum. Bir tarafım buruk, yorgun diğer tarafım ise
gitmek, yeni maceralara atılmak için can atıyor. Hayatımdaki her şeyi, herkesi
bırakıp yeni, daha önceden görmediğim, hiç kimseyi, hiçbir yeri bilmediğim,
sadece adını duyduğum bir şehre doğru yol alıyorum. Yanımda küçük bir valiz ve
özel eşyalarımın olduğu sırt çantam, biriktirdiğim az bir miktar paradan başka
hiçbir şeyim yok. Tüm sosyal medya hesaplarımı kapatıp, telefon hattımı
değiştirip çıktım yola. Ki değiştirmeseydim de beni merak edip soracak kimsem
de yok. Bu yüzden bu kararı vermem de çok zor olmadı. Gideceğim yere de otobüse
bindiğim zaman muavin “nerede ineceksiniz” diye sorduğunda yanımda oturan tipik
Anadolu kadını giyimli, tonton teyzem nereyi dediyse orası dedim. Bir ilimizin
küçük bir ilçesine gidiyorduk. Teyzem de sağ olsun yol boyunca susmadı. Aynı
yere gittiğimizi öğrenince yüzündeki heyecan ve merak onu sürekli soru sormaya
zorluyordu. Beni tanımaya çalışıyordu. Kaçamak cevaplar verdim ama teyzem hep
soracak bir soru buluyordu. Orası hakkında hiçbir bilgim olmasa da ildeki üniversitede
öğrenci olduğumu, arkadaşımın yanına gittiğimi söyledim. Ben de tabii onu
sordum. Teyzem 80 yaşındaymış. Oğlunun yanına gitmiş, geri memleketine
dönüyormuş. Çocukken okutmamışlar onu, o da çocuklarını hep iyi yerlere
getirtmiş. Ama okumak içinde kalmış.
Teyzenin kıpırdanmasından, ayağının ucuna koyduğu yiyecek torbalarını
toparlamasından yaklaştığımızı anladım. Dört-beş dakika sonra otobüs durdu.
Bizden başka inen olmadı. Eşyalarımı alıp, teyzeyle de vedalaşıp terminalin
kapısına doğru yöneldim. Dışarısı buz gibiydi. Aylardan Nisan olmasına rağmen
dondurucu soğuk kendini hissettiriyordu. İyice kabanıma sarıldım ve çantamdan
şalımı aradım. Yoksa bu soğukta hipotermiden ölecektim. Terminal küçük, eski, bir
bekleme salonu ve bir, iki büronun olduğu bir binadan oluşuyordu. Önünde diğer
ilçelere giden birkaç dolmuş ve bir taksi bulunuyordu. Taksinin yanında birinin
dolmuş şoförü ötekinin taksici olduğunu düşündüğüm orta yaşlı, gür bıyıklı iki
adam kapıdan çıkar çıkmaz nereye gideceğimi sordu. Nereye gideceğimi, ne
yapacağımı bilmiyordum. Önce şehri tanımam lazımdı. Sonra kalacak bir yer
bulmam gerekiyordu. Hem saat çok erkendi ve bir gündür doğru düzgün bir şey
yememiştim. “Şehir merkezine gideceğim, yakın mı?” diye sordum. Dolmuş şoförü
olduğunu tahmin ettiğim adam bana ters ters baktı, diğer abimiz “şu köşeyi dön
hemen orası” demekle yetindi. Teşekkür etmemi bile beklemeden soğuktan kaçmak
için içeriye girdiler. Ben de bana gösterilen yöne gittim. Şehir merkezi dediği
yer küçük bir caddeydi. Caddenin iki tarafında 3-4 katlı, altlarında dükkânı
olan eski binalardan oluşuyordu. Çok sessizdi. Sabah erken saatler olmasından
dolayı sokakta kimsecikler yoktu. Dükkânlar daha açılmamıştı. İçimden “keşke
başka bir yer deseydim, niye rotaya bakmadım, ilk kalkan otobüse bindim” dedim.
Gerçekten büyük şehirden sonra burası o kadar sakin, ıssız, kimsesiz geliyordu
ki… Garipsemiştim. Ama benim de aradığım bu değil miydi? Sakin, huzurlu bir
ortam… Kalacak bir yer ve yiyecek bir şeyler bulmalıydım. Caddeyi turlamam on
dakikamı almadı. Şehirde gördüğüm tek restoran bir pideciydi ama açılmasına
daha iki saat vardı. Otobüste verdikleri keki çantamdan çıkartıp yemeğe
başladım. Açlığımı bastırabilmemin başka yolu yoktu. Şehirde kalacak bir otel,
apart da bulunmuyordu. Soğuk hava da kendini hissettirdiği için sığınacak bir
yer bulmam gerekiyordu. Dolmuşla başka bir ilçeye ya da il merkezine gitmeye
karar verdim. Terminale geri döndüm. Teyze bekleme salonunda oturmuş, onu
almalarını bekliyordu. Dolmuşçu abilere doğru yaklaştım. Adamlar bana
sırıtıyordu. Biri “şehir turun nasıldı?” diye gülümseyerek sordu sanki tekrar
gelmemi bekliyormuş gibi. “Kalacak yer bulamadım. Yakın başka bir ilçe ya da il
merkezine gitsem iyi olacak” dedim. Tabi abimizde kimim, neciyim diye sormadan
edemedi. Cevap vermekte zorlanıyordum. Ben her cevap verdiğimde adamın gözünden
düşüyormuşum gibi hissediyordum. Kelimeleri özenle seçmeliydim. Adam en sonunda
“birkaç yolcu daha olur bir-iki saate, o zaman gideriz bekle burada” dedi ve
bana sormadan bir bardak çay getirdi. Çayı içince ne kadar üşüdüğümü fark
ettim.
İki saat geçti. Hala gelen giden yoktu. Ne
terminale otobüs geliyordu ne de dolmuşu kullanmak için birileri. Teyzemi de
iki saat geçmesine rağmen almaya gelen olmamıştı. Yol boyunca susmayan teyzem
otobüsten indikten beri ağzını bıçak açmıyordu. En sonunda dayanamayıp
soracaktım ki teyze saati sordu. Söyledim. “Kaç saat geçti niye gelmedi bu adı
batasıca” diye söylenmeye başladı. Birden teyzenin telefonu çalmaya başladı.
Teyzenin telefonu açmasıyla ağlayıp ağıt yakmaya başlaması bir oldu. Yüzü
bembeyaz kesildi. Baygınlık geçiriyordu. O halde bile hala yakınıyordu.
Söylediklerinden tek kelime anlamıyordum ama kadının her halinden başına büyük
bir felaket geldiği belliydi. Büyük şehirde olsak sağlıkçı değilse kimse
önemsemez. Bakar geçer böyle bir durumda. Ama şimdi… Issız, sessiz, sakin olan
yer bir anda insanla doldu. Hayretler içinde insanların koşuşturmasını izliyor
bir yandan da teyzeye çantasında bulduğum suyu içiriyordum. Teyzeyi ambulansla
60 kilometre ötedeki şehirdeki büyük hastaneye götürdük. Refakatçi olarak yanında
ben gitmek istedim. Verilen sakinleştiricinin etkisiyle tek kelime edemiyordu
zavallı kadın. Ben de başına ne geldiğini merak ediyordum. Etraftakiler
anlamıştı belli ki. Dikkat çekmemek içi soramadım.
Teyzeye takılan serumun bitmesine yakın çocukları geldiler yanımıza. Olayı
duyunca ilk uçağa atlayıp gelmişler buralara. Onlar da bin perişandı. Teyzemin 60
yıllık hayat arkadaşı aniden kalp krizi geçirip vefat etmişti sonuçta.
Adamcağızın kalbi sevdiği kadın olmadan geçen bir haftaya dayanamamıştı. O yüzden
teyzemizi almaya gelememiş, telefonlarını açamamıştı. Teyzemiz “nasıl da
bıraktım gittim adamı bir başına” üzüntüsü duyuyor, kendini suçluyordu. 60
yıldır ilk defa ayrı kalmışlardı. Kadın oğlunun ısrarına dayanamayıp, köyden
bunalıp bir haftalığına gitmiş, adamcağız ise “ben o kadar yol gidemem” deyip
kalmıştı köyünde. Bu ayrılık ilk ve son ayrılıklarıymış meğer. Teyze böyle
olacağını bilse bırakıp gider miydi hiç?
İşte insan sevdiklerinin
kıymetini kaybedince anlıyor. Bu yüzden en zor vedalar da sevdiklerinle oluyor.
Değişim ara ara gerekli ama sevdiklerin yanında yoksa onun da bir anlamı yokmuş
meğer.
Yorumlar
Yorum Gönder