Nefret

 

   


 Çok sıradan bir gün daha başladı işte. Erken kalkıp, şehrin gürültüsüne, yoğun temposuna katlanacağımız, otobüste ayakta, itiş kakış saatlerce yolculuk yapacağımız, yetmiyormuş gibi delilerce çalışmak zorunda kaldığımız bir gün daha işte. Ne yapalım, iyi bir gelecek için çalışmamız, mücadele vermemiz gerekiyor. Tüm bu kargaşayı hoş görüp istemeden kalkıyorum yataktan. İlk defa alarmın sesiyle uyanmadım. Gözümü yavaşça aralıyorum ve ne göreyim, hava çoktan aydınlanmış. Şaşırıyorum. Normalde otobüse bindiğimde bile hava daha ışımamış olurdu. Duvarda asılı duran saate gözüm kayıyor. Saat çoktan sekiz buçuk olmuş. Önceden çalan on iki alarmı duymadığımı ve dokuzda olan dersime geç kaldığımı fark ediyorum. Saati defalarca kontrol ediyorum. İnanamıyorum. İlk defa geliyordu başıma. Genelde sekizinci alarma kalmadan uyanırdım ve son alarma kadar yatakta debelenir dururdum. Uyku ile uyanıklık arasında keyifle yorgunluğumu atardım. Bu sefer mecburum yataktan kalkmaya, okula geç kalamam. Devamsızlık yapmaya hakkım yok ve sırf bu yüzden daha dün müdür yardımcısı odasında iki saat azarladı beni. Okulu hiç sevmiyorum. Çok gereksiz insanlarla muhattap olmak zorunda kalıyorsunuz, çoğu zaman verimli geçmiyor dersler ve sıkılıyorum istemeden. O vakti evde ya da dershanede daha verimli geçirmek benim için daha mantıklı geliyor aslında ama mecburuz işte. Okulu hiç sevmesem de her gün gitmem gerekiyor okula.

     Alelacele hazırlanıp evden çıkıyorum. Evden okuluma giden tek bir otobüs var. Sokağın sonundaki köşeden dönünce az ilerdeki duraktan geçiyor. Okula vaktinde yetişmem için acele edip birazdan gelecek olan otobüsü kaçırmamam gerek. Aksilik o ya tam binadan çıkarken otobüsün  sokağın köşesinden durağa doğru hızla geçtiğini gördüm. Koştum arkasından ama yetişemedim. Otobüs çoktan gitmişti. Bir sonraki otobüsün gelmesine de bir saat var ve o kadar bekleyecek vaktim yok. Okula gidecek başka bir araç bulabileceğim yarım saat yürüme mesafesindeki caddeye doğru çaresizce yürümeye başlıyorum.

      Hava buz gibi. Hafiften yağmur çiseliyor. Rüzgarın tatlı esintisi yanaklarımda hissediyorum. Anlaşılan tam uyanmamış olacağım, soğuk ayıltıyor beni. Hava ne kadar üşütse de hafif bir müzikle yürüyüş yapmak hiç de fena bir fikir değil, kulaklığımı takıyorum ve başlıyorum yürümeye. O da ne! Mis gibi kahve koktu. Sanki Mahmutpaşa'daki meşhur kahvecinin yakınından geçiyormuşum gibi sarmış her tarafı kahve kokusu. Herhalde ilerdeki pastaneden geliyor. Oranın kahvesinin de güzel olduğunu duymuştum aslında ama gitmeye fırsatım olmadı. Ay! Bu havada da sıcacık bir bardak kahve de hiç fena olmaz. Daha kahvaltımı da yapmadım, bir şeyler yemem gerek. En iyisi buraya uğramalıyım. Zaten bu saatten sonra ilk derse yetişemeyeceğim için acele etmeme de gerek yok. En erken ikinci derse yetişebilirim. Büyük bir rahatlıkla pastaneye girip kasiyere siparişimi veriyorum. Pastanenin o sıcacık, beni içine çeken havası çok iyi geldi ve dışarının soğuğunu bir nebze unutturdu. En iyisi köşedeki masaya oturup burada kahvaltımı yapmak. Yarım saat yol yürüyeceğim, aç yürüyemem değil mi? En azından ısınana kadar dışarı çıkmak istemiyorum ve kahvemle poğaçamı alıp oturuyor bir güzel karnımı doyuruyorum. Kahvemden bir yudum alıyorum ve aniden bir dinçlik geliyor. Ne kadar yavaş yavaş içsem de kahvemi, eninde sonunda her güzel şey gibi bitiyor. Saatin dokuz olduğunu fark edip hızla yola koyuluyorum. Pastanenin kapısını açar açmaz rüzgarı ve şiddetlenen yağmuru yüzümde hissediyorum, geriye savruluyorum. Ben içerdeyken yağmur iyice şiddetlenmiş. Hava bir anda korkunç bir hal almış. Bu ürkütücü havada istemeyerek de olsa dışarı çıkıyorum. Aceleyle şemsiye almadığımı fark ediyorum ve ıslanmamak için binaların altından ilerliyorum ama önüme aniden dükkanlardan fırlayan adamlar, dışarıya taşmış vitrinler, ansızın çıkan merdivenler gibi engeller çıkıyor. Bu sağanak yağmur altında ıslanmamak elde değil. Benim ıslanmam çok önemli değil aslında, severim yağmuru ama çantamdaki kitaplarımın ıslanıp beni çalışırken gıcık edecek olacakları fikri aklıma geldikçe ıslanmak korkunç bir hal alıyor. Koşmaya başlasam da ıslanacağım sonuçta, en iyisi yağmurun hafiflemesini beklemek. Bir markete giriyorum. Beş dakikada ne kadar ıslandığıma kendim bile inanamıyorum. Her tarafımdan şelale gibi su akıyor. Okula bu halde gidip rezil olmaktansa bir gün daha gitmem en iyisi.

   Yarım saat sonunda nihayet yağmur hafifliyor. Benim ikinci hatta üçüncü derse yetişme düşüncem de çöpe gittiğine göre artık okula gitmek anlamsız olacak. Okula gitsem müdür yardımcısı, eve gitsem de ailem azarlayacak. Eve de dönemem. En iyisi dershaneye gitmek. Ne güzel akşama kadar orada huzurla çalışırım. Kısa bir yürüyüşten sonra varıyorum dershaneye. Tam kapıdan gireceğim sırada arkamdan bir elin dokunuşuyla irkiliyorum. Arkama dönüyorum ve onu görüyorum. Tam karşımda işte. İnanamıyorum. Gözlerimin içine bir farklı bakıyor. Ne oldu acaba? Bu saatte ne işi var ki onun? En önemlisi beni niye durdurdu? Lafa girmeyecek galiba. Hala değişmeyen o bakışlar... İyice heyecanlanıyorum. Dayanamıyorum ve lafa giriyorum.

“Selam! Ne oldu?”

“Selam! Islanmışsın da yağmura yakalandın herhalde,” diyor şemsiyesini kapatırken.

“Evet. Bakıyorum sen tedbirlisin,” gülüşüyoruz.

“Hadi, sen üşüme içeri geçelim.” Benimle bu kadar ilgilenmesine çok şaşırıyorum ve çok hoşuma gidiyor. Hoşlandığın çocuğun seninle ilgilenmesi kimin hoşuna gitmez ki? Bu saatte dershanede kimse yok galiba. Dershane yedi katlı bir binanın en üst katlarında olunca idareciler genelde binanın giriş katında beklerlerdi. Geldiğimizden haberleri olsun diye birinin gelmesini beklemeye karar verdik Kerem ile. Bu sırada gayet güzel konuşmaya başladık havadan, sudan, derslerden.

    Yarım saattir bekliyoruz ve gelen giden yok. Konuşacak konuda kalmayınca, sıkılmaya başladık beklemekten. Tıkandı aklım. Konuşmak çok istiyorum ama konu üretemiyorum. Kendimi ona karşı rezil edip onu kaybetmek istemiyorum. Çekiniyorum hala ondan demek ki. O da merak ettiği her şeyi sormuş gibi. Olsun, konuştuğumuz zaman vaktin ne kadar da hızlı geçtiğini anlamadım nasıl olsa... Onunla konuşmak çok güzel geldi, ferahlattı içimi. Bir ümit verdi bana. En sonunda daha fazla beklememeye karar verip en üst kattaki kütüphaneye geçmek için birlikte asansöre bindik. O ve ben asansörde baş başa... Bu fikir iyice beni heyecanlandırıyor. Yerimde duramıyorum, yüzümde hafif bir tebessüm... Ona kaçamak bakışlar atıyorum, o da bana gülümsüyor. İyice ona karşı hislerim kuvvetleniyor. Artık itiraf etmeliyim kendime onu sevdiğimi. Önce kendime, sonra ona... Asansör yukarı doğru hızla ilerliyor. Gözümü asansörün kat göstergesine kaydırıyorum. 1,2,3,4... Tam 6 yazacağı sırada aniden büyük bir gürültü ve sarsıntıyla duruyor kabin. İkimizde yerde buluyoruz kendimizi. Hemen sonra elektrikler kesiliyor. Bir anda kararıyor her yer. Şimdi onunla asansörde mahsur mu kaldım yani? Hemen telefonunun fenerini yaktı Kerem. Ben ise bağırarak kapıya vurmaya başladım. Ellerim, bacaklarım titriyor ama korkudan değil, heyecandan. O yanımda sonuçta, en kötü ne olabilir ki? Bağırmam işe yaramıyor, kimse duymuyor sesimizi. Allah’ım bu gerçek mi yoksa hala bir rüyada mıyım? Onunla olduğum için sevinsem mi, yoksa esaretime, bizi fark etmezlerse ölecek olmamıza üzülsem mi bilemiyorum. Sesimi duyurmaktan vazgeçip Kerem’e dönüyorum endişeli gözlerle, o da ne yapacağını bilmiyor, korkuyor gibi. Uzun bir iç çekişinden sonra yere oturuyor. İlk karşılaşmamızdaki ilgi alaka bir anda sönüp gitmiş anlaşılan. Sanki ben yokmuşum gibi davranıyor. Yanına oturuyorum. Telefonuyla ilgileniyor.

“ Kerem ne yapacağız şimdi?”

“Telefon çekmiyor, Allah kahretsin!” deyip telefonu asansörün kapısına doğru fırlatıyor. Nasıl bir kuvvetle attıysa parçalar her yere dağılıyor. Bir süre karanlıkta kalıyoruz. Üç metrekarelik küçük bir kabin olduğu için parçaların bir kısmı kapıdan sekerek bize de ulaşıyor, hissediyorum. Elimle yüzümü kapatıyorum ani bir refleksle ve elime bir kaç cam parçası saplanıyor. Elimden yere kan damladığını hissediyorum. Büyük bir parça saplandı sanırım. Önemsemiyorum. Telefonumun feneri açıp etrafı kontrol ediyorum. Kerem söylenmeye başlıyor kendi kendine, onu sakinleştirmeye çalışıyorum. Kerem’in de elinde ve yüzünde ufak çizikler oluştuğunu görüyorum. Ellerinin üzerine saplanmış parçaları çıkarmaya çalışıyor. Yardım etmeye çalışıyorum.

“Kerem ne yapıyorsun? Tamam sakin ol, elinde sonunda kurtulacağız buradan.”

“ Ya sen de bir git başımdan, sabahtan beri dır dır dır. Telefonum gitmiş burada, bana sakin ol diyorsun. Allah Allah! Deli mi ne?”

 “Sana yardım etmeye çalışıyorum. Telefonu sen kırdın, ben ne yapabilirim?”

“Mesela susabilirsin.”

“Pardon? Suç benim konuşmamda mı yani? Tek kelime etmedim bindiğimizden beri.”

“Mal mısın kızım sen?” diye bağırdı ve ellerini kaldırıp üzerime doğru yürümeye başladı. Az önce yaşananlardan hiç bir şey anlamadım. Sadece şaşkın şaşkın bakıyorum. Bu çocuğa ne oldu bir anda. Asansörde bir yere mi çarptı kafasını, ya da telefonu yüzünden şok mu geçiriyor? Asıl şoku ben yaşıyorum. Ne yapacağım, bilmiyorum. Üzerime yürümeye devam ediyor, kaçmaya çalışıyorum ama kabin küçük olduğu için kaçacak yerim de kalmadı. Her tarafa dağılan telefon parçaları botlarıma batıyor ve bir kısmı botlarımın altında ufalanıyor. Öfkesi gözünden okunuyor ama neden öfkeli ve niye bana saldırıyor hiç bir şey anlamadım. Küfürler hakaretler savuruyor her tarafa. Ben de nasıl tepki vereceğimi şaşmış durumdayım. Elim ayağım titriyor, korkuyor muyum gerçekten? Ama ben o iğrenç hakaretleri hak edecek bir şey yapmadım ki. En sonunda duvarla kıstırdı beni, tam elini kaldırdı vurmaya yelteniyor... Gözlerinin içine bakıyorum. Bu benim yıllardır tanıdığım Kerem değil. Gözlerinin içi gülen, tatlı dilli, sevdiğim çocuk yerini bir anda, anlamadığım bir şekilde, korkutucu, çevresine öfke saçan, hakaretler eden birime dönüşmüş. Tanıyamıyorum onu. Acıyorum sadece. Onu seven, değer veren birini bu şekilde kaybetti sonuçta. Belki üzerime yürümesini, sinirini, öfkesini açıklayabilir ama ben bu hakaretleri hak etmedim ben. Korkmuyorum hayır! Sinirliyim ve sinirim nefrete dönüşüyor. Ondan sadece nefret ediyorum. Sevgi mi? Artık asla... 

     Onun gözündeki o öfkeyi görünce artık nefretten başka hiç bir duygu hissedemem ona karşı. Soğumuştum ondan, hayallerimi yıkmıştı aslında, kırılmıştım. Kırık bir telefonu tamir ettirirsiniz, yerine yenisi gelir ama kırık bir kalp zor tamir edilir. “İnsanlar birbirlerini zor zamanlarında tanırmış”, “ insanlar öfkelenince asıl yüzünü belli ederlermiş” demişler ya ne kadar da doğru söylüyorlarmış. Artık onun asıl yüzünü görmeme vesile oldu bu olay. İçimdeki heyecan, sevgi bir anda sönüp yerini nefrete bıraktı. Hayır korkmuyorum, korkmadım, korkamam. Hiç kimse zorbalıktan, kaba kuvvetten korkmamalı. Şiddet diye bir gerçek var ama onu ancak ondan korkmayarak yenebiliriz.

     Asansör aniden büyük bir sarsıntıyla hareket etmeye başladı. Tekrar kendimi yerde buluyorum. Kerem yıkılmıyor, bir adım geriye gidiyor. Bir zil sesi duymaya başlıyorum, bulantı gibi garip bir his var içimde. Bir anda her yer kararıyor. Dilim damağım kuruyor. Zil sesi daha net duyulmaya başladı sanki tanıdık bir melodi. Hatırlayacağım ama nereden? Gözlerimde bir ağırlık var. Biraz önce ne yaşadım ben hala inanamıyorum. Zil sesi nereden geliyor, aklımı kurcalıyor şu an. Hafızam karışıyor. Sanki “kalk” der gibi bir ses. Hatırladım işte! Bu zil sesi benim alarmımın sesi. Gözümdeki yoğunluk dağılıyor, açabiliyorum nihayetinde. Odamdaydım. Şaka gibi. Gerçekten bütün bunların hepsi kabustan mı ibaretti?Kabus mu görmüştüm ben? Çok gerçekçiydi. Hala devam ediyormuş gibi Kerem'i arıyorum etrafımda. Kerem'den sanırım bir süre uzak duracağım. İçime bir rahatlama geliyor. Saati kontrol ediyorum. 7.30 olmuş. Rahatlıkla okula yetişebileceğim. Yataktan kalkıp hazırlanmaya başladım bile... Her halde dün müdür yardımcısından yediğim azar bilinçaltıma işlemiş ya da Kerem ile ilgili bir işaret bu. Uzun süre etkisinden çıkamayacağım kesin.



Yorumlar

Popüler Yayınlar