Manolya
Yaz sıcağı… Bir taraftan sabah esintisi ile
gelen manolya kokuları… Kalbim heyecandan çok hızlı çarpıyor. Bugün tatilin ilk
günü. Yazlıktaki ilk günümüz. Annem eşyaları taşımayı bırakmış evin temizliğini
kontrol ediyor, söyleniyor. Babamın ise arabayı boşaltırken zihninde yaptığı
masrafın hesabı… kardeşim Mete ve ben de bir an önce denize gitmenin hayalini
kuruyoruz. Mete benden daha sabırsız. Hemen valizinden mayosunu, deniz
eşyalarını bulmuş hazırlamış bile. Bir yandan annemi bir yandan babamı sık
boğaz ediyor. En sonunda annem dayanamayıp izin veriyor birlikte gitmemize.
Yola koyuluyoruz. Görmeyeli ne kadar da çok değişmiş buralar. Yol
kenarlarına yeni ağaçlar, çiçekler dikilmiş. Yeni yeni binalar yapılmış. Yan
taraftaki, bahçesinden manolya kokusunun geldiği iki katlı pembe eve yeni
birileri taşınmış. Boydan boya uzanan penceredeki tülün arasından mavi tişörtlü
birinin yola doğru baktığını fark ediyorum. Benim o tarafa baktığımı görünce
tülü hızla kapatıyor. Yola devam ediyorum. Çünkü on yaşındaki küçük kardeşim
hızla yol almış bile. Hayretle izlemeye koyuluyorum bu şirin ege kasabasını.
Her taraf sakin. Büyük şehirlerden göç daha başlamamış demek ki. Beş dakikalık
kısa bir yürüyüşün ardından sahile varıyoruz Mete ile. Mete kendini direk
denize atıyor. Ben ayağımı suya değdirip soğuk olduğunu fark edince kumların
üzerinde oturup kitap okumakla yetiniyorum. Mete’nin umurunda değil suyun
sıcaklığı. Beni ısrarla yanına çağırsa da gitmek istemiyorum. Bir alışsam suya
hiç çıkmam ama kitabın sürükleyiciliği beni kendine çekiyor.
Annem tam bir kitap kurdu olduğumu söyler.
Ne yapayım. Kendime kitaplardan, oradaki karakterlerden daha iyi bir dost
bulamıyorum. Aşık olsam hep aldatıldım, birine güvensem eninde sonunda yüz üstü
bırakıldım. Artık hayatın akışına bıraktım ve kitaplarımla yolunma devam
ediyorum. Valizimin yarısından fazlasının kitap olması annemi sinir etse de ben
kitaplarımla memnunum.
Bir saat geçmiş bile okurken. Sanki bir sayfa okumuşum gibi hissediyorum
ama nerden baksan yarısı bitmiş. Mete ortalıklarda gözükmüyor. Herhalde
kayaların oraya gitti. Haber de vermiyor kerata. Bulup eve dönsem iyi olacak. Ayağa
kalkmamla sırtıma bir el dokunuyor. “Mete!” diye bağırıp arkamı dönünce
gördüğüm manzara karşısında şaşıp kalıyorum. İnanamıyorum. Yan binada oturan
mavi tişörtlü çocuk… Oymuş demek. Yağız... Nasıl olabilir böyle bir şey. Nasıl
bu çocuk benim yanı başıma taşınabilir. Bu kadarı tesadüf olamaz. Olmamalı.
“Ece ben şey… konuşuruz diye… Limonata?” gevelemeye başladı. Tek hissettiğim
tiksinmek. Yaşadıklarım onunla konuşmama izin vermiyor. Kaçmak istiyorum.
Zihnimde en uca köşeye koyduğum, hatırlamak istemediğim olaylar canlanmaya
başladı. Kaçmalıyım. Hızla kayalıkların oraya doğru yürümeye başladım. “Ece dur
lütfen!” kolumdan tutup engelledi beni. Şaşkınlığım geçiyor, sinire dönüşüyor
belli ki. Konuşmak için güç topluyorum. “Seninle konuşacak hiçbir şeyim yok
benim. Rahat bırak beni!”. Kolumu bırakmıyor, gidemiyorum. Konuşmaktan başka
çarem kalmadı. Bir yandan da Mete’yi merak ediyorum. “Neden bu kadar ısrar
ediyorsun ki? Beni aldattıysan, demek ki vazgeçilmez değilmişim. Aldatmadığını
da iddia edemezsin. Ne bu saatten sonra arkadaş kalabiliriz, ne de eskisi gibi
olabiliriz. Bu yüzden yüzsüzlük yapıp benim karşıma çıkmaya nasıl hak
buluyorsun anlamıyorum. Bu yüzden rahat bırak beni. Seni görmek midemi
bulandırıyor.” Bıraktı ve arkasına bile bakmadan gitti. Rahatladım. Sanki
içimde bir bayram havası var. Kendimi uzun zamandır bu kadar huzurlu
hissetmiyorum. Mete! Nerede bu çocuk? Hala ortalıklarda gözükmüyor. Kayaların
orada da yok. Acaba annemlere haber mi versem?
Bir saat daha geçti. Eve gitmemiş,
komşuların haberi yok, sahilde değil. Nerde bu çocuk? Annemden köşe bucak
kaçıyorum. Anneme yakalandığım, yalnız kaldığım an “niye çocuğa göz kulak
olmuyorsun” diye bir dünya fırça atacak. Bir an önce sağ salim çıksın ortaya şu
çocuk da rahatlayayım. Sahilde cankurtaranların arama faaliyetlerini takip
ederken babamın yanında bir anda Yağız belirdi. Ona bir şeyler anlatıyor. Babam
ara ara bana bakıyor. Benle ilgili bir şey konuştuklarını tahmin ediyorum.
İyice gerildim. Babamla ne konuşuyor olabilir ki? Mümkün olduğunca oraya
bakmamaya çalışıyorum. Babam bir anda “Hanım koş bulundu çocuk bulundu” diyerek
kasabaya doğru koşuyor. Annem de onun peşinden… Ben içimdeki rahatlama,
Yağız’ın bana bakıyor oluşundaki gerginlikle kalakalıyorum. Uzun süre süzüyor
beni. Arkasını dönüp yürümeye başlıyor. Gitmemeliyim. Ama herkes o tarafa doğru
gitti ve Mete’nin başına ne geldiğini merak ediyorum. Gitmek istiyorum. Ayaklarım gitmiyor.
Yapamam. Bir iki saat önce tonla laf söyledim çocuğa gidemem. En iyisi
kayalıkların oraya gidip biraz ortalık yatıştıktan sonra eve dönmek. Nasıl olsa
öğrenirim olanı biteni.
Eve giriyorum. Bir ton azar işiteceğim
şimdi. İnşallah Mete iyidir. Biraz teselli olur. Ne olduğunu da çok merak
ediyorum. Kapıyı açmamla annemin bana bağırması bir oldu. “Neredesin sen! Hem
çocuğa göz kulak olama çocuk ölümlerden dönsün, hem de akşama kadar ortalıklarda
olma…”. Ne dese haklı. Tek kelime etmeden suçluluk duygusu ile dinliyorum.
Allah’tan Mete’nin durumu kötü değil. Kafasını kayalara çarpmış, baygınmış.
Yağız görmüş onu kurtarıp hastaneye götürmüş. Biraz daha geç götürse ciddi bir
hasar kalabilirmiş. Mete’den özür dileyip, öpüyorum sargılı anlından. O da
kızgın değil bana anlaşılan. Öpücüğüme gülümsemekle karşılık veriyor. Biraz
rahatlıyorum. Ne de olsa olmuşla ölmüşe çare yok. Hızlıca odama çıkıyorum.
Akşam serinliği karşılıyor beni odama girince. Pencereyi kapatmaya
yelteniyorum. Karşıdaki pembe ev gün batımının kızıllıklarıyla gözüme çarpıyor.
Rüzgarın serinliği ile manolya kokuları çarpıyor burnuma. Vicdan azabı
duyuyorum. Bir an için kulağında kulaklıkları, bilgisayar oyununa gömülmüş
Yağız ile göz göze geliyoruz. Hiç istifini bozmadan devam ediyor oyun oynamaya.
Vicdanım şiddetli bir şekilde rahatsızlık veriyor. Kağıt ve kalem buluyorum
hemen bir. Kocaman harflerle “Teşekkürler” yazıyorum. Görmesi uzun sürmüyor.
Ayağa kalkıp pencereyi kapatıyor. Kırıldığını anlıyorum. Ağır konuşmuştum
farkındayım. Ama aldatılan, aşağılanan, yok sayılan bendim. Kırgın olan bendim.
Tavır yapması gereken bendim. Ama adım atan ve tavır gören taraf benim. Kendime
yediremiyorum. Kızgınlıkla yatağa bırakıyorum kendimi.
Bir daha görüşür müyüz bilmiyorum. Affeder miyim bilmiyorum. Bu kadar
yakınımda olmasına nasıl dayanacağım bilmiyorum. Ben ne kadar kaçsam da her
gittiğim yerde onu görmek çok güç olacak. Ben ise kitaplarımla birlikte kendi
çizdiğim yolda yürümeye devam edeceğim. Başka şansım yok.
Yorumlar
Yorum Gönder